Ana Hatlarıyla Eski Türklerde Sanat ve Estetik

Türk tarihi gibi, Türk sanatının da değişik coğrafyalarda yaşanmış, gerçekleşmiş uzun bir geçmişi vardır. İslâm öncesi Türk devletlerinden Hunlar ve Göktürkler daha çok konar göçer bir hayat sürmüşler, Uygurlar ise kentlerde yaşayan dış etkilere açık, şehirli bir kültür ve sanat ortamına sahip olmuşlardır. Bu dönemlerin mimari, heykel, resim ve el sanatları alanlarında tasarım, malzeme, teknik, renk, motif ve kompozisyon bakımından İslâmi döneme etkilerini belirlemeye geçmeden önce, Türk sanatı kavramı ve Türk sanatının geçirdiği evrelere kısaca bir göz atmamız gerekiyor.

Türk sanatı, Türklerin tarihi süreç içerisinde, yaşadıkları topraklar, sahip oldukları sosyal, siyasal, ekonomik ve kültür çevresine bağlı olarak oluşturdukları sanat ürünlerinin bütününü ifade eder.

Son yıllara kadar İslâm öncesi Türk sanatına gereken ehemmiyet verilmemiştir. Yerleşik kent kültürüne sahip toplumların sanat eserlerine önem veren genel görüş doğrultusunda, Orta Asya’da atlı bozkır kültürüne sahip Hunların sanatı üzerinde hiç durulmamış, Göktürk ve Uygurlardan ise kısaca söz edilmiştir. Orhun Abidelerine atıfla Göktürk heykelleri “balballar” ele alınmış, Uygur dönemi için yazılı duvar resimlerine yer verilmiştir. Orta Asya’da önceleri batılı ve Rus bilginler tarafından kazı ve araştırmalar yapılmış, İslâm Öncesi Türk Sanatı için önemli sonuçlar ortaya konmuştur. Bu kazı ve araştırmalara son yıllarda Türk bilim insanları da katılmıştır.

“Bozkırlının nazarında sabit olan şeyin faydası yoktur. O, her an harekete hazır olmalı, kolayca yer değiştirebilmelidir. Bu yüzden eski Türkler mesken olarak süratle kurulup toplanan ve nakledilebilen çadırı seçmiştir. Bu seyyar evini Gök Tanrı’nın gölgesinde arzu ettiği yere diker. Pek sevdiği atını, onun eyer takımlarını altın ve gümüşle süsler. Şahsi ziynet eşyasının da yükte hafif, pahada ağır olmasına özen gösterir. Bu nedenle, Türk sanatının ilk devresinin ürünleri büyük binalar ve eserler değil, altın işlemeli kılıçlar, altın ve gümüş kemer tokaları, küpeler, ok mahfazaları, altın-tunç heykelcikler ve diğer mücevherat vb.dir. “

-Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU, Türkler ve Medeniyet, s, 39-40 (özetlenmiştir.)

İslâm Öncesi Türk Sanatı günümüz için farklı bir din, sosyal ve kültürel ortamın sanatıdır. Türkler Orta Asya’da hayatlarını sürdürebilmek için konar göçer bir hayat yaşamak zorundaydılar. Hayvanları otlatmak için yazın yaylalara gitmek gerekliydi. Göçebe hayatında sürüler ve atlar onların ayrılmaz parçaları olmuştu. Göçebe topluluklar için büyük evler gereksizdir. Bunun için en elverişli konut yazları “çadır” kışları ise yerleşik konutlar olmuştur. Uzun süre şehirlerde gelişen sanatları inceleyen sanat tarihçiler, yerleşik kültürleri uygar olarak tanımlarken göçebe toplulukların sanatlarını barbar, göçebe sanatı olarak küçümsemişlerdir. Çadırda sanat olmaz gibi bir görüş ortaya atılmıştır. Bunun sebebi de ilk önce İslâm öncesi Türk sanatının inceleyenlerin batılı sanat tarihçileri oluşudur.

Gerçekte, sanatı insanın duygu ve düşüncelerini ifade etmesi, maddeye yansıtmasıdır. Bu bakımdan, sanat eserlerini sosyal sınıflara, toplum yapılarına göre ayırımlara tâbi tutmak görüşü artık kabul görmemektedir. Ancak bütün bunlara rağmen kültürlerin ve kavimlerin harman olduğu Orta Asya’da hangi sanat eserlerinin bize ait olduğunu belirlemek zor olabilmektedir. Türk dilinin konuşulduğu bölgelerde oluşan sanatlar komşu bölgelerden etkilenmiş yeni sentezler ortaya çıkmıştır (Kuban, 1993, 13). Anadolu öncesi Türk sanatının Orta Asya’nın kültür, sanat merkezlerinden aldığı etkiler İslâmi dönemde ve Anadolu’da da yaşamaya devam etmiştir.

Çadır: Çadır doğal etkenlerden korunmak amacıyla yapılmış basit bir sığınağın ötesinde, içinde yaşayan insanların yaşam, inanç, gelenek, görenek, ekonomi, beğeni, süsleme ve sanatlarını yani kültürlerini bünyesinde barındıran bir yapıdır. Çadırların yapımında ağaç çubuklar, keçe ve ip kullanmışlardır. Çadırın kubbesinin ortası havalandırma ve ışık için açıktır.
Çadırlar, geleneksel Türk evinin ilk evre özelliklerini taşıyan evler olarak da kabul edilebilir. Bu yüzden çadırlar, Türk medeniyetinin en dikkat çeken unsurlarından biridir. Türkler, bir toprağı yurt edinmelerinde çeşitli kolaylıklar sağlayan çadırdan yerleşik toplum hayatına geçmelerine rağmen uzun bir süre kopamamışlardır. Orta Asya ve Anadolu Türklerinde çadır en çok kullanılan terim olmakla beraber ev, iv, üy, oba, otak, kerekü, gerek, çerge, getir, yurt gibi kelimeleri de kullanmışlardır.

En eski ev tipi olan çadırlar, diğer milletlerde olduğu gibi yüzyıllar boyunca Türklerin hayatlarında önemli bir yere sahip olmuştur. Çadır Türk hükümdarlarının sarayı, halkın da evi olmuştur. Birçok çadır bir araya getirilerek çadır şehirler kurulmuştur.

Selçuklu mezar anıtlarından olan kümbetler ve türbeler yapı tipi olarak eski Türk çadırlarından izler taşır.

Çadır geleneği, mimarinin yanında süsleme sanatını da etkilemiştir. Orta Asya’da Türklerin kullandıkları özellikle kağan çadırlarının süsleme bakımından daha zengin ve daha büyük olduğu bilinmektedir. Otağlar renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiştir. Kumaş, keçe ve çadır üzerine aplike tekniği ile yapılmış süslemeler hâkimdir. Süslemelerde genellikle; kaplanla dağ keçisinin, grifonla geyiğin ya da bu tür hayvanların mücadelelerini konu edinen betimlemeler vardır.

Eski Türk çadırlarında dokuma ve halı çok kullanıldığı için halıcılık çok gelişmiş bir sanat koludur.

Dünya’nın En Eski Halısı Türklere ait.
Pazırık Halısı

Halı ve Dokuma Sanatları: Türklerin yaşadığı Orta Asya’da halı, keçe ve düz dokuma yaygılar (kilim, cicim, zili, sumak) yaygı ve örtü malzemesiydi. Muhtemelen, önce bunların en ilkeli olan keçe keşfedilmiş, daha zor bir tekniği gerektiren düz dokuma yaygılar ve daha sonra da halı geliştirilmiştir.

Keçe, Orta Asya’da hem çadır dış ve iç örtüsü, hem yaygı hem de bir süsleme malzemesiydi. Türkler, evlerinin duvarlarını, keçenin yanında, kırmızı renkli aşu toprağı ile süslüyorlardı. Günümüzde, bu boyaya, Anadolu’da aşı boyası denilmektedir ve köylerde hâlen kullanılmaktadır. Türkler, XI. yy.’da, bu süslere bezek, süslemeye de bezemek diyorlardı. Aynı gelenek günümüzde Anadolu’da da mevcuttur. Duvarlara halı, kilim (düz dokuma yaygılar) asılır ve saçaklar torbalarla süslenir. Divanü Lûgati’t-Türk’te yazılanlara göre, “Türklerde düz renkli keçelerin yanı sıra, nakışlı ve renkli keçeler de yapılmaktaydı ve o yıllarda, kimişke diye anılan bir keçe çok ünlüydü. Ayrıca, kaplan postu şekilli keçeler de yapılmaktaydı. Yine, Türklerin oyma adını verdikleri Türkmen keçelerinden çizme yaptıkları, caydam isimli bir keçeden de yağmurluk yaptıkları ve yatak içi olarak kullandıkları, bunların dışında, keçeden börk, kaftan, palto, çarık vb. amaçlarla yararlanıldığı” söylenmektedir.

Türklerde keçeciliğin çok ileri bir düzeyde bulunduğunu Pazırık kurganlarında ortaya çıkan ve günümüze kadar gelebilen örneklerinden anlıyoruz. Bu keçeler üzerinde özellikle insan ve hayvan figürlerinin bulunması, hayvanların mücadele hâlindeyken tasvir edilmesi büyük bir sanat ustalığına işaret etmektedir. Bazen tek başlarına işlenen bu figürlerin birçoğunda kartal-geyik, aslan-geyik mücadeleleri görülür. Bu mücadelelerde iyiliğin kötülükle mücadelesi, Türklerle düşmanlarının kavgası sembolize edilmektedir. 

Gördes (Türk Düğümü)

Bugüne kadar bilinen en eski Türk halısı, Beşinci Pazırık Kurganı’nda yapılan kazılarda bulunmuştur. Bu halının Hunlara ait olduğu ve MÖ 3-2. yüzyıllarda yapıldığı kabul edilmektedir. Pazırık Halısı’nın Gördes (Türk düğümü) tekniği ile yapılmış olması, Türk halı sanatının çok eski bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Türk kavimleri, Anadolu’ya göç ederken halıyı ve halı dokuma tekniklerini de beraberlerinde getirmişlerdir.

Eyer üstünde hayvan üslubu

Hayvan Üslubu : Orta Asya Türkleri eşyaları hayvan figürleri ile süslerlerdi. Bu süsleme tarzına “Hayvan Üslûbu” denir.  Prototürk, Hun ve Göktürk Devirlerinde gelişen İslam sonrası Türk Sanatı’nda da etkisini gösteren hayvan üslubu erken devir Türk sanatı’nın en önemli üslubudur. Daha sonraları bir bitkisel üslub gelişmişse de İslam sonrası döneme kadar hayvan üslubu gibi yaygınlık kazanamamıştır. Bu üslubun bozkır kültürünün başlangıcı olarak kabul edilen M.Ö 3000’den itibaren oluşmaya başladığı kabul edilir. Graousset’e göre hayvan üslubu hunlar tarafından en olgun seviyesine ulaştırılmıştır.

Hunlar, Dokumalarda, keçelerde, kılıç, mızrak ve bıçaklarda, at koşumlarında, eyerlerde, kılıçların saplarında, maşrapaların kulplarında ve gövdelerinde hemen her tarafta hayvan figürleri yer almıştır. Rostovzelff’in ilk kez adlandırdığı “hayvan üslubu” bu süratle meydana çıkmış Altaylarda Hunlar arasında, Güney Rusya’da ve Kuzey Kafkasya’da yaygınlaşmıştır. Türk kozmolojisi ve mitolojisinin sembolik anlamlarını vurgulamak amacıyla hayvan tasvirleri kullanılmıştır. Hayvan üslubu, Orta ve İç Asya’da bozkır kültürüne sahip diğer topluluklarda da görülürken, Hunlar daha gelişmiş örneklerini vermişlerdir.

Kurgan Mimarisi: Türkler ölümden sonraki yaşama ait dinî inanışları sebebiyle “kurgan” adı verilen mezarlar yapmışlardır. Kurgan köken itibariyle Türkçe bir kelimedir. Rus bilim insanları tarafından literatüre kazandırılmıştır. Tepe, höyük, tümülüs anlamına gelir. Kaşgarlı Mahmut’ta ise korı- korumak anlamına gelir. Sonuç olarak kurgan/korgan kelimesi korunan yer demektir. Ölüm sonrası yaşama inanan Türkler, kurganları cenazenin korunduğu yer, ölüm sonrası ikinci yaşama geçeceği yer olarak görmektedir.

Kurganlardan Çıkan Eşyalar

Kurgan mimarisinin en bilinen örneklerinden Pazırık kurganlarınnda bulunan arkeolojik ve sanat malzemelerine , defin ve ölüm adetlerine benzer gelenekler İslamiyet sonrası dönemde dahi –özellikle erken ortaçağ sonuna kadar- Türkler tarafından benzer biçimde korunmuştur.

Köktürkler Döneminde kurgan geleneği bazı değişikliklerle devam etmiştir. Anıt mezarlar dik­dörtgen bir alan içinde, tören yolu ve bu yol üzerinde ölen kişinin yaptıklarından ve devletin durumundan söz eden kitabeler, çeşitli heykeller ve ortada bir sunaktan oluşur. Bu anıtların en ünlüleri Orhun Irmağı kıyılarında bulunan Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan anıtmezarlarıdır.

Yerleşik yaşamı benimseyen Uygurlar anıt mezarları, çadırdan esinlenerek kubbeli yapmışlardır. Kara-Hohoça yakınlarındaki kubbeli anıt mezarları bu döne­me ait ilk örneklerdir.

Kurganlar yurt tipi çadırlarla birlikte, İslâm mimarisinin en önemli yapılarından kümbetleri ve türbeleri meydana getirmiştir. Böylelikle Türkler, mimarileriyle İslâm sanatına büyük bir katkı sağlamıştır. . Bu dönemde yapılan manastır ve tapınaklar, mekân tasarımı ve avlu etrafındaki oda dizileri Türk-İslam devletlerindeki medreselere örnek olmuştur.

Ayrıca “Stupa” denen otağa benzer kubbeli tapınaklarda duvar ile kubbe arasındaki bağlantıyı sağlamak için üçgenler kullanılmış ve sanat tarihinde “Türk Üçgeni” olarak adlandırılmıştır. Türk üçgeninin ilk uygulamaları Uygur mimarisinde görülürken olgunlaşması Selçuklular döneminde olmuştur. Örneklerine en çok Anadolu Selçukluları döneminde rastlandığından Selçuklular’ın mimariye kazandırdığı kabul edilmektedir.

Heykel Sanatı: V. Thomsen, “Eski Türk Yazıtları” tercümesine eklediği ekte, “Ölü gömüldükten sonra, mezarın üstüne, ölenin hayatta iken öldürdüğü düşman sayısınca taş dikilir, bunlar Türklerin balbal dedikleri şey olacaktır.” Derken; W. Barthold bu balbalların işlenmemiş taş değil, heykel olduklarını ve ileri gelen başbuğlar için yapılan cenaze merasiminde, kahramanın öldürdüğü düşmanları temsil eden heykeller olarak dikildiğini söylüyor. 

Prof. Dr. Osman Turan, Türklerin mezarları üzerine abide, kitabe ve heykel yapma geleneklerine ve bunlara dair buluntulara işaretten sonra “Türkler ölülerinin heykellerine itina ederlerken, öldürdükleri düşmanların balballarını çok çirkin bir yüzle gösteriyorlardı ki bu hususa dair de bir hayli buluntuya rastlanmıştır” demektedir. Şu halde Balbal, öldürülen düşmanlar için dikilmiş taştır. Resimli olanlar ise mezara gömülen Türkleri temsil eder. Mezar üstünde bir çok taş bulunur, fakat orada olan heykel bir tanedir. Heykellerdeki yüz ve saç biçimi ile giyim tar­zının gerçeğe yakın bir şekilde yontulması dikkat çekicidir.

Uygurlar Döneminde heykel sanatındaki gelişme de­vam etmiş; işlenmesi kolay alçı, toprak, ahşap, taş ve ma­denden eserler yapılmıştır. Heykeller balbal donukluğun­dan kurtularak hareketlendirilmiş, gerçek anlamda heykel sanatının doğuşu başlamıştır. At Başı heykelinin kalıp döküm tekniğiyle yapılması bu ve benzeri heykellerin geniş bir kullanım alanı olduğunu ve aynı örnekten çok sayıda yapıldığını göstermektedir. Bu dönemde heykel sanatının gelişmesinde dinî inançlar da etkili olmuştur.

İlk yerleşik yaşama geçen Türk toplumu olan Uygurlar, mimari alanda önceki dönemlere göre büyük gelişme kaydetmiştir. Düzenli kentler bu dönemde görülür. Kentler savaşlar nedeniyle surlarla çevrilidir. Evler, saraylar, dinin etkisiyle yapılan manastır ve tapınaklar Uygur kent mima­risinin önemli öğeleridir. Uygur evleri plan açısından Anadolu’daki Türk evleri ile ortak özellikler göstermektedir

Resim Sanatı:

Türk resim sanatının temeli Uygurlar Döneminde atılmıştır. Uygurların yaptıkları duvar resimleri (Fresko) portre sanatının ilk aşamasıdır. Minyatür sanatında da ileri giden Uygurlar Moğolların devlet teşkilatında yer alarak Moğollar aracılığıyla resim ve heykel sanatını İran ve Anadolu’ya taşıyarak Anadolu Türk sanatını etkilemişlerdir.

Uygurların yerleşim merkezi olan Karahoça’da yapılan kazılarda tapınakların zeminlerinde çini parçaları bulunmuştur. Bu durum çini sanatının da ilk olarak Uygurlarda kullanıldığını göstermektedir.

El Sanatları: İlk Türk Devletleri demircilik, dericilik, dokumacılık, maden ve ahşap işçiliği gibi el sanatlarıyla uğraşmışlardır. Yaptıkları eserlerin üzerine Türklerin yaşam tarzından kaynaklanan ve Hunlar Dönemi’nde başlayıp tüm Orta Asya’da yaygın olarak kullanılan “Kıvrıkdal Bitki Üslubu” (Bitkisel modiflerin kıvrılarak iç içe geçerek oluşturduğu süsleme) ile “Hayvan Üslubu” (Birbiriyle boğuşan durumda stilize edilen hayvan figürleri) işlenmiştir. Türk el sanatları, halkın doğal çevresiyle geleneksel kültürünün etkisinde ve diğer kültürlerden etkilenerek benimsediği, estetik ve yararlılığı bütünleşmiş ürünlerdir. Türkler el sanatlarına her dönemde önem verilmiştir.

Türk süslemesi uygulandığı alanın bütünlüğünü bozmadan o esere ayrı bir ahenk ve güzellik katmaktadır. En basit gibi görünen bir motifin ardında binlerce yıllık bir kültür oluşumunun gelenekleri, görenekleri, efsaneleri ve inançları bulunmakta ve Türk el sanatlarında Türk kültürünün potasında eriyerek yeni bir anlatım ve ifade zenginliği kazanmaktadır. Dünyanın en geniş imparatorluklarını kuran Bozkırlı Türkler büyük ölçüde ve çağına göre daima yüksek bir harp sanayiine sahip olmuşlardır. Bu üstünlüğü sağlayan araçlardan biri demir idi. Demir işleyicilik, madencilikte son safha olarak görünmektedir. Ondan önce bakır, bronz ve altın işleyiciliği vardı. Afanasyevo kültür çevresine dahil buluntu yerlerinde M.Ö. 3000lerden kalma bakırdan yapılmış bıçak, biz ve teber, küpe ve diğer süs eşyası ele geçmiştir.

Esik Kurganı’ndan Çıkarılan Altın Adam Zırhı

İlk Türk merkezlerinden gösterilen Andronovo kültürü çağında ise bütün Orta ve Kuzey Asya’da ilk defa altın ortaya çıkmakta idi. Bu devirde “çok kudretli ve zengin bir içtimai hayatın müşahede edildiği” Altaylar’da gerçek bir “altın endüstrisi” merkezliği durumu vardı. Buradaki madenciliğin tesirleri, güneyde Tanrı Dağlarına kadar hissediliyordu (M.Ö. 2. Bin) Başlıca meslekleri demircilik ve madencilik olan Bozkır Türk topluluğunda mükemmel kılıç, kalkan, kargı mızrak, temren imâl edilirdi. Türk kılıçlarının hayvan figürlü kabzaları altın levhalarla kaplanır ve kıymetli taşlarla süslenirdi. Kemer tokaları, kayış uçları, kav mahfazası, ok sadakları, zırhlar, tolgalar çok kere işlemeli altın ve gümüş ile bezenir, madenî tabaklar, maşrapalar, heykeller, bazıları birer san’at eseri değerinde olarak Türkler tarafından yapılırdı. Çin’den Tuna boyuna kadar bozkırlara serpilmiş binlerce mezardan bu eserler bol miktarda çıkarılmıştır. Ayrıca kazanlar, ibrikler, kovalar, içinde yüzlerce insanın barındığı otağlar, arabalar, at teçhizatı; eyer ve koşum takımları Bozkır Türk topluluğunda ne kadar kalabalık bir esnaf ve zenaatkâr zümresinin bulunduğunu gösterir. Halıcıları, kilimcileri, debbağları, çizmecileri, çorapçıları, börkçüleri, dokumacıları, terzileri de bunlara ilave etmek lâzımdır; Asya Hun çağında bile, süslenmek için bir nevi kırmızı boya kullanan ve saçlarına güzel kokular süren Türk kadınlarının eskiden beri gergef işledikleri Priskos’un kaydından anlaşılmaktadır. Bozkır Türk halkı arasında mahir marangozlar, tahta oymacılar da vardı. Asya Hunları masa, sandalye, koltuk, dolap yapıyorlar, karyola ve perde kullanıyorlardı. Bu ev eşyasından çoğunu Çinliler Hunlardan öğrenmişlerdi. Debbağlık sanatı da Ruslara Bulgar Türklerinden geçmişti.


Yorum bırakın