Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in Hayatı

PEYGAMBERİMİZİN (s.a.v.) SOYU VE AİLESİ

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kureyş Kabilesi’nin köklü ailesi Haşimoğulları koluna mensuptur. Peygamberimizin (s.a.v.) soyu, Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail’in neslinden gelmektedir.[1] Babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, babaannesi Fatıma’dır. Peygamberimizin (s.a.v.) annesi Âmine, dedesi Vehb, anneannesi ise Berre’dir. Peygamberimizin (s.a.v.) anne tarafı, Zühreoğulları Kabilesi’ndendir. Haşimoğulları ve Zühreoğulları Mekkeli olup birkaç nesil yukarıda Kilâb’da soyları birleşir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hem annesi hem de babası Kureyş’in seçkin ailelerine mensupturlar.
Abdullah evlilik çağına geldiğinde babasının girişimleri üzerine Âmine ile evlendi. Abdullah, evlendikten birkaç ay sonra ticaret için Suriye’ye gitti. Oradan dönerken Yesrib’de (Medine) akrabalarının yanında hastalandı. Bir ay hasta yattıktan sonra iyileşemedi ve vefat etti. Peygamberimizin (s.a.v.) babasının kabri Medine’dedir. Babası vefat ettiğinde Peygamberimiz (s.a.v.) henüz dünyaya gelmemişti.[2]

PEYGAMBERİMİZİN (s.a.v.) DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[3]

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), 571 yılında 20 Nisan pazartesi gecesi, (Rebiülevvel ayının, 12. gecesi) Mekke’nin Haşimoğulları Mahallesi’nde, bir yetim olarak dünyaya geldi. Peygamberimizin (s.a.v.) doğumundan 55 gün önce “Fil Olayı” meydana gelmişti.[4]
Âmine, doğumdan sonra Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib’e torununun dünyaya geldiği müjdesini verdi. Bunun üzerine Abdülmuttalib, gelini Âmine’yi ziyaret ettiğinde Âmine ona hamile iken gördüğü bir rüyadan dolayı çocuğa “Ahmed” veya “Muhammed” ismini vermek istediğini Abdülmuttalib’e bildirdi.[5]
Abdülmuttalib büyük bir sevinçle çocuğu kucağına alarak Kâbe’ye götürdü. Allah’a (c.c.) şükretti ve çocuğa “Muhammed” ismini verdi. Abdülmuttalib, Mekke’de torunu adına ziyafet verdi. Torununa “Muhammed” ismini vermesinin sebebi sorulduğunda Abdülmuttalib, “Gökte Allah’ın, yeryüzünde halkın onu övmelerini istedim.”[6] cevabını verdi.
Bazı tarihçiler Peygamberimizin (s.a.v.) doğduğu gece olağanüstü olayların olduğunu nakletmekle beraber, aslında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğması ve peygamber olmasıyla dünyada hüküm süren Cahiliye Dönemi kapanmış, zulüm bitmiş ve putperestlik yıkılarak âdeta büyük mucizeler gerçekleşmiştir.[7]

Peygamberimizin (s.a.v.) Sütanneye Verilmesi:

Mekke’de havanın çok sıcak olması, çocuk ölümleri ve salgın hastalıklar nedeniyle özellikle zengin ailelerinin bebekleri emzirilmek ve belli bir yaşa kadar büyütülmek üzere, köylerde yaşayan sütannelerin yanına verilirdi. Böylelikle çocuklar hem sağlıklı bir havada büyür, hem de fasih (açık ve düzgün) Arapçayı öğrenirdi. Çocuklar genellikle sekiz veya on yaşına kadar sütanne yanında kalırdı.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu geleneğe uygun olarak Tâif yakınlarında göçebe olarak yaşayan ve fasih Arapça konuşmasıyla bilinen Benî Sâ’d kabilesinden Hâlime’ye verildi.
Mekke’ye gelen diğer sütanneler, yetim bir çocuğa bakmanın kârlı olmayacağını düşünerek, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) almak istemediler. Hâlime ilk başta tereddüt etse de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) almayı kabul etti. Hâlime bu çocuğun evlerine uğur ve bereket getirdiğini görmüş, onu öz çocukları kadar çok sevmişti. Hz. Muhammed (s.a.v.) iki yaşındayken sütten kesilince Hâlime çocuğu annesine teslim etti. Âmine, o yıl Mekke’de veba salgını olması nedeniyle çocuğu Hâlime’ye tekrar verdi. Hâlime, dört yaşına kadar Peygamberimizle (s.a.v.) ilgilenerek onu tekrar annesinin yanına getirdi.[8]

Peygamberimizin (s.a.v.) Annesi Âmine’nin Vefat Etmesi:

Hz. Muhammed (s.a.v.), altı yaşına kadar annesinin yanında dedesi, amcaları ve diğer akrabalarıyla birlikte büyük bir şefkatle büyüdü. Âmine, oğlu ve hizmetçisi Ümmü Eymen’le birlikte akrabalarını ve eşinin kâbrini ziyaret etmek için Medine’ye gitti.[9]
Âmine, Muhammed (s.a.v.) ve Ümmü Eymen bir ay Medine’de misafir kaldılar. Medine’yi çok seven Hz. Muhammed (s.a.v.), annesiyle beraber dayılarını ve babasının kâbrini ziyaret etti. Ziyaretlerini bitirdikten sonra Mekke’ye dönmek için yola çıktılar. Ebva köyüne geldiklerinde Âmine hastalandı ve genç yaşta vefat etti.[10]
Ümmü Eymen önce babasız, sonra annesiz kalan Peygamberimizi (s.a.v.) Mekke’ye getirerek dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.
Hz. Muhammed (s.a.v.) artık dedesinin yanında kalmaya başladı. Abdülmuttalib, oğlunun yetimi olan Peygamberimize (s.a.v.), babasının yokluğunu hissettirmiyor, ona büyük bir şefkâtle davranıyordu. Yanından hiç ayırmıyor, birlikte Kâbe’nin etrafında ve Mekke’nin sokaklarında geziyor, toplantılara onu da götürüyordu. Abdülmuttalib, hastalandığında oğullarını yanına çağırdı ve onu Ebu Talib’e emanet etti. Peygamberimiz (s.a.v.) sekiz yaşında iken dedesi vefat etti.

PEYGAMBERİMİZİN (s.a.v.) GENÇLİK DÖNEMİ

Peygamberimiz (s.a.v.) dedesi vefat edince amcası Ebu Talib ve yengesi Fatıma’nın yanında yaşamaya başladı. Ebu Talib çok varlıklı biri olmamakla birlikte, kalabalık bir aileye sahipti. Peygamberimizin (s.a.v.) amcası, Kureyşlilerin saygı gösterdiği, ticaretle uğraşan güçlü biriydi. Hz. Muhammed (s.a.v.) büyüdüğünde amcasının ve Mekkelilerin koyunlarını otlatarak ailesinin geçimine yardım etmeye başladı. Koyunları sabah otlatmaya götürür, akşam eve gelirdi. Çobanlık yapmak, çöl hayatında geçim kaynağıydı. Sürüden sorumlu olmak; onların karnını doyurmak, tehlikelerden korumak ve emaneti teslim etmek demekti. Ayrıca Peygamberimiz (s.a.v.) çobanlık yaparak, Mekkelilerin cahiliye âdetlerinden ve günlük hayatlarındaki kötülüklerden uzak durmuştu.

Peygamberimiz (s.a.v.) on iki yaşına geldiğinde Ebu Talib, ticaret için Suriye’ye gitmeye karar verdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) amcasından kendisini de götürmesini rica etti. Amcası kırmayarak yolculuğa yanında onu da götürdü. Bu, Peygamberimizin (s.a.v.) Arabistan dışına yaptığı ilk yolculuktu.[11]

Hz. Muhammed (s.a.v.) ticareti amcasına yardım ederek öğrenmiş, Ebu Talib ihtiyarlayınca, ticarete kendisi devam etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) bu dönemde, çeşitli yerlere seyahat ederek ticaret yapmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), peygamber olmadan önce Mekke halkı tarafından sevilen, hem sosyal hayatta hem de ticari hayatta güvenilen biriydi. O, çevresinde iffeti, adaleti, merhameti ve cesaretiyle sevildiği kadar, her konuda güvenilen biriydi. Bundan dolayı onu Muhammedü’l-Emin (Güvenilir Muhammed) ve el- Emin (Güvenilir) diye çağırmışlardır.[12]

Peygamberimizin (s.a.v.) Hilfü’l-Fudûl’a Katılması:

Mekke’de kabileler arasında sürekli savaşlar yapılıyor, şehir maddi manevi büyük zarar görüyordu. Mekkeli tüccar Âs bin Vâil, Yemen’den gelen bir tüccarın mallarını satın almış, fakat ücretini ödememişti. Tüccar, bazı kabilelerden yardım istemiş, fakat kimse Âs bin Vâil’e karşı adama yardım etmemişti. Durumu Kureyş Kabilesi’ne bildiren tüccarın yardım çağrısı üzerine, Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Zübeyr başkanlığında Hilfü’l-Fudûl(Erdemliler Birliği) Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre üyeler, Mekke’de zulmü önlemek için, Mekkeli veya yabancı hiç kimseye, haksızlık yaptırmamaya yemin ettiler. Âs bin Vâil’e giderek gasp edilen malın ücretini aldılar.[13]

Bu toplantıya, amcalarıyla birlikte yirmi yaşında iken Peygamberimiz (s.a.v.) de katılmış ve risâletten sonra bu ittifaktan övgüyle bahsederek şöyle demiştir: “İslam’da böyle bir anlaşmaya çağrılsam derhâl kabul ederim.”[14] Hilfü’l-Fudûl’un üyeleri, mazlumların yanında yer alarak Mekke’deki haksızlıkları engellediler ve zulmün karşısında durdular.

Peygamberimizin (s.a.v.) Hz. Hatice (r.a.) ile Evliliği ve Çocukları:


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bazı ticari seferlere amcalarıyla birlikte gitmiş, bazılarını ise tek başına idare etmiştir. O, gittiği ticari seferlerde başarı göstermiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) Yemen’e, Doğu Arabistan’a ve diğer bazı bölgelere çeşitli ticari yolculuklar yapmıştır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendi sermayesi olmadığı için ortaklık yaparak ticaret yapmıştır. İş ortaklarından bazıları Kays bin Sâib ve Hz. Hatice’dir (r.a.)

Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden biri olan Hz. Hatice (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) güvenilir ve ticari ilişkilerde kâr getiren biri olduğunu bildiği için onunla birlikte birçok defa ortak ticaret yaptı. Bunlardan biri de Peygamberimizin (s.a.v.) yanında Hz. Hatice’nin (r.a.) hizmetçisi Meysere’nin de katıldığı, Suriye’ye yaptığı ticari seferdi. Peygamberimiz (s.a.v.) bu ticari seferden büyük bir kâr yaparak döndü. Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakından çok etkilenen Meysere, bu durumu Hz. Hatice (r.a.) ile paylaşarak onun hem güzel ahlakından, hem de ticari hayattaki becerisinden övgüyle bahsetti. Peygamberimizi (s.a.v.) ortak yaptıkları işlerde yakından tanıma fırsatı bulan ve ondan çok etkilenen Hz. Hatice (r.a.) ona evlilik teklif etti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), amcalarıyla bu teklifi istişare ederek evliliği kabul etti. Nikah, Hz. Hatice’nin (r.a.) evinde kıyıldı ve misafirlere büyük bir ziyafet verildi. İkisi arasındaki sevgi, saygı ve muhabbet dolu aile hayatı tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Hz. Hatice (r.a.), öncesinde olduğu gibi peygamberliği döneminde de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) en büyük destekçisi oldu.
Peygamberimizin (s.a.v.) bu kutlu ve saadet dolu evliliğinden ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuk dünyaya geldi. Onların isimleri; Kasım, Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah’tır. Peygamberimiz (s.a.v.) doğan tüm çocukları için kurban kesmiş, cahiliye âdetlerinde olduğu gibi kız erkek ayrımını yapmamıştır.

Peygamberimizin (s.a.v.) Kâbe Hakemliği:

Mekke’de sık sık meydana gelen sel baskınları ve yangınlar nedeniyle Kâbe büyük bir zarar görmüş, hatta bazı duvarlarında büyük çatlaklar oluşmuştu. Binanın tavanı da olmadığı için hırsızlar çok yüksek olmayan duvarlardan aşarak bazı kıymetli eşyaları çalmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) otuz beş yaşında iken Kureyşliler, Kâbe’yi tamir etmeye karar verdiler.
Kureyşliler aralarında kura çekerek iş bölümü yaptılar. Kâbe’nin tamiri için para toplandı. Herkes bu paranın helâl ve temiz kazançtan olmasına özen gösterdi. Kâbe duvarları Hz. İbrahim’in (a.s.) yaptığı temele kadar yıkıldı. Her kabile kendi payına düşen yeri örmeye başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu inşaatta amcası Abbas ile birlikte taş taşıyarak çalıştı. Kâbe yeniden inşa edildi. Fakat Hacerü’l-esved’in Kâbe duvarındaki yerine konulması hususunda anlaşmazlık çıktı. Çünkü her kabile bu şerefin kendine ait olmasını istedi. Bazı kabileler bunu başkalarına yaptırmayacaklarına dair yemin etti. Anlaşmazlık neredeyse savaşa dönüşecekti. Bu arada Kureyş’in en yaşlı bireyi Ebu Ümeyye bin Muğîre’nin teklifi üzerine, Harem-i Şerif’in Beni Şeybe kapısından ilk giren şahsı hakem tayin etmeye karar verdiler. Bir süre sonra kapıdan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) girince Kureyşlilerin hepsi çok memnun oldular ve “İşte Emin, işte Muhammed geldi. Onun vereceği karara razıyız.” dediler. Hakem olan Hz. Muhammed (s.a.v.), bir örtü getirerek yere serdi. Hacerü’l-esved’i üzerine koydu ve her kabileden bir temsilcinin örtünün ucundan tutup kaldırmasını istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Hacerü’l-esved’i elleriyle alarak yerine yerleştirdi. Kureyşliler, bu problemin Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından mantıklı ve adil bir şekilde çözülmesinden çok memnun oldular.

Peygamberimiz (s.a.v.) kırk yaşına geldiğinde sadık rüyalar görmeye başladı. Bu rüyalar risâletin ilk müjdeleriydi. Altı ay kadar süren bu rüyalar, Peygamberimizi (s.a.v.) etkiliyor ve yalnız kalıp gördüğü bu rüyaları tefekkür ediyordu.

RİSÂLET VE PEYGAMBERİMİZ (s.a.v)

Allah (c.c.) insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberler, aldıkları vahiyleri insanlara tebliğ ederek onlara hem doğru yolu göstermiş hem de örnek olmuşlardır. Hz. Muhammed (s.a.v.), 610 yılında Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde risâletle görevlendirildi. Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimizin (s.a.v.) risâleti hakkında şöyle buyurulur: “Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.”[15] Peygamberimiz (s.a.v.) risâlet görevini yerine getirmiş ve kısa bir süre içerisinde İslam dinini her yere yaymıştır.

“OKU!”

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kırk yaşına gelmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) her zaman olduğu gibi 610 yılının Ramazan ayının 27. gecesinde (Kadir Gecesi’nde) Hirâ’da tefekkür hâlindeydi. Bu sırada Cebrail (a.s.) kendisine “Oku!” emrini verdi. Hirâ’da inen bu ilahî emir daha sonra tüm dünyaya yayılmaya başladı.
O zamana kadar hiç karşılaşmadığı bir varlığın heybetli görünüşünden dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) heyecanlandı ve korktu. Şaşkınlık ve endişe içinde Efendimiz (s.a.v.), “Ben okuma bilmem.” dedi. Cebrail (a.s.) tekrar “Oku!” dedi. Peygamber Efendimiz tekrar aynı karşılığı verdi. Bu durum üç defa tekrarlandı. Cebrail üçüncü defa da aynı cevabı alınca, Alâk Sûresi’nin ilk beş ayetini okudu.[16] “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla. O insanı “Alâk”tan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti.”[17] Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Cebrail’in (a.s.) arkasından tekrarladı ve ezberledi. Bu olayla peygamberlik süreci başlamış oldu. İlk vahyi alan Peygamber Efendimiz başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice (r.a.) ona inandığını belirterek, onu amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, Tevrat ve İncil’i okuyan ve İbranice bilen bir kişiydi. “Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya gönderdiği Cebrail’dir.” dedi. Varaka’nın bu sözleri Peygamber Efendimizi (s.a.v.) rahatlattı.

Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah (c.c.) tarafından seçilmiş bir peygamberdi. O, sık sık Hirâ’ya gidiyor, Cebrail’in (a.s.) tekrar gelmesini istiyordu. Bu arada bir süre vahiy gelmedi. Bu döneme “Fetretü’l-vahiy” denir. Bu durum uzun sürmedi. Cebrail (a.s.) tekrar geldi ve Peygamberimize (s.a.v.) insanları doğru yola iletecek vahiyleri getirmeye devam etti.

İlk Müslümanlar:

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müddesir Sûresi’nin indirilmesi üzerine yakınlarını İslam’a davet etmeye başladı. O, en yakınlarından başlayarak ailesini, dostlarını ve güvendiği kişileri yavaş yavaş ve gizli bir şekilde İslam’ı tebliğe devam etti. Peygamberimiz (s.a.v.), tebliğine Kur’an-ı Kerim’in “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” ayetine uygun olarak en yakınlarından başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) açıkça davet yapılması emredilene kadar yakınlarından başlayarak Allah’ın (c.c.) kendisine vahyettiklerini öğretti. Üç yıl süren bu gizli davet döneminde başta ailesi olmak üzere pek çok kişi Müslüman olmuştu.

İslam’a gizli davet döneminde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini ilk tasdik eden kişi Hz. Hatice oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) gelen ayetleri Hz. Hatice’ye (r.a.) okudu o da hiç tereddüt etmeden iman ederek ilk Müslüman kadın oldu. Daha sonra Peygamberimizin (s.a.v.) kızları Zeyneb (r.a.), Ümmü Gülsüm (r.a.) ve Rûkiye (r.a.) de anneleri ile birlikte İslam’a girdiler. Hz. Fatıma (r.a.) o sırada henüz küçük bir çocuktu. İkinci olarak Peygamberimizin (s.a.v.) evinde kalan, henüz onbir yaşında olan Hz. Ali (r.a.) Müslüman oldu. O, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Hatice’yi (r.a.) namaz kılarken gördü ve bunun ne olduğunu sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) bunun üzerine ona İslam’ı anlatarak İslam’a davet etti. Üçüncü olarak Peygamberimizin (s.a.v.) azatlı kölesi ve evlatlığı Zeyd bin Hârise (r.a.) de Müslüman oldu. Daha sonra Peygamberimizin (s.a.v.) dostu ve en güvendiği kişi Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise hiç tereddüt etmeden iman etti. Peygamberimizin (s.a.v.) ailesi ve yakınlarının dışında İslam davetini kabul edenler arasında Osman bin Affân (r.a.), Zübeyr bin Avvâm (r.a.), Abdurrahman bin Avf (r.a.), Talha bin Ubeydullah (r.a.), Sa’d bin Ebu Vakkas (r.a.) gibi sahabiler de vardı.

HABEŞİSTAN’A HİCRET

İslam, Peygamberimizin (s.a.v.) tebliğiyle yayılmaya devam ediyor, Müslümanların nüfusu günden güne artıyordu. Müşrikler bunun önlenmesi gerektiğini düşünüyor fakat uyguladıkları baskılar hiçbir sonuç vermiyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müslümanların yaşadığı sıkıntılara ve uğradıkları işkenceye çok üzülüyor fakat elinden bir şey gelmiyordu.

Müşriklerin Müslümanlara baskısı öldürmeye kadar varınca, Peygamberimiz (s.a.v.), sahabilere Habeşistan’a gitmelerini tavsiye ederek, “Orada bir hükümdar var, kimseye haksızlık yaptırmaz, orası doğru ve emin bir yer. Allah başka bir kapı açıncaya kadar oraya gidin.” buyurdu. Peygamberimizin (s.a.v.) bu tavsiyesi üzerine Müslümanların bir kısmı ailelerini, işlerini, mallarını ve mülklerini terk ederek 615 yılında Habeşistan’a hicret ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) ilk hicret yeri olarak Habeşistan’ı seçmişti. Habeşistan Necâşî’si Ashame, adaletiyle tanınan bir hükümdardı. Necaşî, muhacirler için Habeşistan’ın güven içinde yaşayabilecekleri bir yer olduğunu bildirmiş ve onları Kureyş müşriklerine teslim etmemiştir. Muhacirlerin bir kısmı farklı zamanlarda Mekke’ye döndü. Diğer muhacirler ise Medine’ye hicret edinceye kadar Habeşistan’da kaldılar ve inançlarını rahat bir şekilde yaşadılar. İslam dini, ilk defa Mekke dışında da yayılmaya başladı.

Peygamberimizi (s.a.v.) büyüten, koruyan ve destekleyen amcası Ebu Talib ve Peygamberimizin (s.a.v.) hanımı Hz. Hatice (r.a.) kısa süre arayla vefat ettiler. Risâletin onuncu yılında (620) gerçekleşen bu olay Peygamber Efendimizi (s.a.v.) ve Müslümanları çok üzdüğü için bu yıla “Âmü’l-Hüzn” (Hüzün Yılı) denildi.

İSRÂ VE MİRAÇ

İsra, sözlükte “gece yürüyüşü, gece yolculuğu” anlamlarına gelir. Terim olarak İsrâ, Resûl-i Ekrem’in 621 yılında Recep ayının 27. gecesinde Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa denir
İsrâ Olayı’nın gerçekleşmesi, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O gerçekten işitendir, görendir.”[18]

Peygamberimiz (s.a.v.), Mescid-i Aksâ’ya geldikten sonra Miraç Olayı gerçekleşir. Sözlükte, “yukarı çıkma, yükselme” anlamlarına gelen Miraç, terim olarak Peygamberimizin (s.a.v.) Mescid-i Aksâ’dan göklere yükselmesine denir. Miraç, Peygamber Efendimize (s.a.v.) gösterilen nimetler açısından önemli olduğu kadar, Müslümanlar için de çok önemli bir olaydır. Nitekim Peygamberimize (s.a.v.) verilen nimetler bir hadiste şöyle açıklanır: “Miraç’ta bana şu üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin son iki ayeti ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı müjdesi.”[19]

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Miraç olayında gördüklerini ertesi gün anlattı. Müslümanlar, Peygamberimizi (s.a.v.) tasdik ettiler. Müşrikler ise düşmanlıklarını iyice açığa çıkarıp inkar yolunu seçtiler.
Mekke müşrikleri, İslâmiyet’in nurunun yayılmasını engellemek için her türlü yola başvuruyorlardı. Müslümanlar üzerindeki baskı ve eziyetler gün geçtikçe artıyordu. Sevgili Peygamberimizi koruyup kollayan amcası Ebu Talib’in ve en büyük destekçisi olan eşi Hz. Hatice’nin vefat etmesinden yararlanan müşrikler eziyet ve işkencelerini iyice artırmışlardı.

Medine’ye Hicret

Hz. Peygamber’in ve sahabilerinin, İslam’ı gereği gibi yaşamak, diğer insanlara Allah’ın (c.c.) emirlerini duyurmak ve müşriklerin işkencelerinden kurtulmak amacıyla 622 yılında Mekke’den Medine’ye yapmış oldukları göçtür. Sevgili Peygamberimizin hicret etmesinin en önemli sebeplerinden biri, Mekke’de İslamiyet’i anlatabilecek ve yaşayabilecek bir ortamın kalmamasıydı. İslamiyet’in gün geçtikçe güçlendiğini, Mekke ve çevresinde hızla yayıldığını gören müşrikler bundan tedirgin oluyor; Müslümanlara şiddetli eziyet ve işkenceler ediyorlardı.
Allah Resulü, İslam dinini özgürce yaşayıp kendisine gelen ilahî vahyi tebliğ edeceği uygun bir ortamın arayışına başladı. Bu konudaki ilk girişimi Taif şehrine olmuştu. Fakat Taif ahalisi, bu tarihî fırsatı çirkin bir şekilde reddetmiş; Habibullah’ı taşlayarak Taif’ten çıkarmışlardı.
Kısa bir süre sonra Allah Resulü, Mekke’ye hac için gelen Medine halkına İslamiyet’i tebliğ etti. Medinelilerle Akabe mevkiinde yapılan görüşmeler üç yıl art arda devam etti. Akabe Biatlarında alınan sağlam sözlerden sonra şartlar iyice olgunlaşmıştı. Kendileri de Peygamberimiz ve sahabilerini Medine’ye davet etmişti. Böylece Allah’ın Habibi, Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretine müsaade etti.
Sonuçta İkinci Akabe Biatı’ndan sonra güçsüzlük, hastalık sebebiyle hicret etmeye fırsat bulamayanlardan başka herkes Mekke’den Medine’ye hicret etmişti. Sadece Hz. Peygamber, ailesiyle birlikte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali Mekke’de kalmıştı.

Peygamberimizin Hicreti

Müşrikler, Müslümanların Medine’ye hicretinden son derece rahatsız olmuşlardı. Fakat Allah Resulü ile en yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir daha Mekke’den çıkmamıştı ve hâlâ onlarla ilgili planlarını uygulayabilirlerdi. Sevgili Peygamberimize ne yapacaklarını konuşmak üzere Darunnedve’de bir araya geldiler. Aldıkları nihai karar neticesinde Hz. Peygamber’i her kabileden birkaç savaşçı birlikte öldüreceklerdi. Böylece muhtemel bir kan davasının önüne de geçilmiş olacaktı. Haşimoğulları bütün kabileleri karşısına alamazdı.
Cebrail (a.s.), müşriklerin bu suikast planını Sevgili Peygamberimize bildirdi. Allah Resulü hiç vakit kaybetmeden öğle vakti Hz. Ebu Bekir’in evine gitti. Normalde o, sadık dostunu sabah veya akşam ziyaret ederdi. Hz. Ebu Bekir alışık olunmayan bu ziyaretin önemli bir amacı olduğunu anlamıştı. Allah Resulü, Yüce Allah’ın hicret için kendisine izin verdiğini ve beraber yolculuk yapacaklarını Hz. Ebu Bekir’e bildirdi. O da bu habere çok sevindi ve bu yolculuk için kendi eliyle beslediği develerden birisini Peygamberimize vereceğini söyledi. Peygamber Efendimizin ücret karşılığında kabul ettiği bu deve, meşhur Kasva idi. Peygamberimiz bu görüşmeden sonra hemen evine döndü.
Peygamberimiz, 9 Eylül 622 tarihinde başladığı hicret yolculuğunda, Hz. Ebu Bekir ile üç gün Sevr Dağı’ndaki mağarada gizlendi. Mağarada geçirilen üçüncü günün sonunda Resulü Ekrem, Hz. Ebu Bekir, Amir b. Füheyre (r.a.) ve rehber Abdullah b. Üreykit Medine’ye doğru yola çıktılar. Allah’ın Habibi Kuba’ya ulaştığında burada misafir oldu. Ranune Vadisi’ne geldiğinde yüz civarında sahabenin iştirakiyle ilk cuma namazını kıldırdı. Namazdan sonra yanındaki kafileyle 24 Eylül 622 tarihinde Medine’ye ulaşan Hz. Muhammed’i (s.a.v.) insanlar büyük bir coşku ve sevinçle karşıladılar.
Hicret ile birlikte Mekke dönemi bitti. Hicretten önce “Yesrib” olarak bilinen şehir, hicretten sonra “peygamber şehri” anlamında Medinetü’n-Nebi ismiyle daha sonra da kısaca “Medine” olarak anılmaya başlanmıştır.
Hicretten sonra Hz. Peygamber, Mekke’den hicret eden muhacirler ile ensardan olan Medineli Müslümanlar arasındabir kardeşlik sözleşmesi yaptı. Bu antlaşma ile Mekke’deki mallarını bırakıp tamamen yoksul durumda kalan Müslümanlar, Medine’deki din kardeşlerinin yardımıyla yoksulluktan kurtuldular. Medineli Müslümanlar; evlerini, bağ ve bahçelerini, yiyeceklerini muhacirlerle paylaştılar. Müslümanlar ikişerli olarak kardeş ilan edildi. Bu kardeşlikte makam, rütbe, efendi gibi hiçbir statü gözetilmedi.
Muhacir-ensar kardeşliği, Müslümanlar arasında istenen birliği sağlamıştı. Fakat şehirde emniyet, asayiş, huzur ve güven için Müslüman olmayan Araplar ile Yahudileri de içine alan bir antlaşmaya ihtiyaç vardı. Bunun üzerine 623 yılında Medine Vesikası imzalandı.

Seriyye ve Gazveler

Hicretin birinci yılında Allah (c.c.), Müslümanlara meşru savunma hakkı olan cihad iznini verdi. On yıl sürecek olan Medine döneminde Müslümanlar, gerektiğinde müşriklerle ve diğer düşmanlarıyla savaştılar. Allah Resulü’nün bizzat katılarak sevk, komuta ve idare ettiği askerî harekâtlara gazve denildi. Sahabilerden birinin komuta ettiği, Peygamber Efendimizin katılmadığı askerî seferlere ise seriyye adı verildi.
Bedir, Uhud, Hendek gazveleri yaşandı. Hendek Savaşı’ndan sonra müşrikler bir daha Medine’ye saldıramadı.

Allah Resulü, hicretin altıncı yılında, yaklaşık bin beş yüz kişi ile Medine’den yola çıktı. Mekkelilere elçi göndererek niyetlerinin sadece Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildirdi. Buna kesinlikle izin vermeyeceklerini belirten müşriklere karşı sahabilerin savaşma yönündeki kararlılığı üzerine iki taraf arasında Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla müşrikler, Müslümanları devlet olarak resmen tanımışlardır. İmzalanan on yıllık barış antlaşması iki yıl sürmesine rağmen İslamiyet çok büyük bir hızla Arap Yarımadası’nda yayıldı. Zaman içinde Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlar için manevi bir fetih ve bundan sonraki zaferlerin bir anahtarı oldu.

Mekke’nin Fethi

Hudeybiye Antlaşması’na göre isteyen Arap kabileleri istedikleri tarafta yer alacaktı. Huzâaoğulları kabilesi, Müslümanların himayesine girerek onlarla ittifak etmişti. Bekiroğulları kabilesi ise Mekke müşriklerinin himayesindeydi. Bekiroğulları, bir gece Hazâaoğullarına baskın düzenleyip yirmi üç kişiyi öldürdü. Bu baskına Mekkeli müşriklerden de katılanlar olmuştu. Huzâalılar da Hz. Peygamber’den yardım istedi. Ortaya çıkan bu durum, Hudeybiye Antlaşması’nı bozmak anlamına geliyordu.

Rasûlüllah, Hicretin 8’inci yılı, (1 Ocak 630) 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine’den çıktı. Mekke yakınlarındaki Merru’z Zehran denilen vadide konakladı. Hz. Peygamber burada Müslümanların sayısının çok olduğunu ve gücünü göstermek için on bin ateş yakılmasını emretti. Mekkeliler adına Ebu Süfyan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına geldi. Hz. Peygamber ondan Mekke’ye dönerek halka, kendi evine ve Kâbe’ye sığınanlara, ayrıca direniş göstermeyenlere de zarar verilmeyeceğini bildirdi. Ebu Süfyan Mekke’ye dönerek olanları kavmine iletti. Ertesi sabah erken saatlerde Müslümanlar dört bir koldan şehre girdi. Şehre giriş esnasında Halit bin Velit’in başında bulunduğu küçük bir birlik hariç Mekkelilerle bir çarpışma olmadı. Müslümanlar Mekke’yi fethettiklerinde hiçbir taşkınlık yapmadılar. Fetihle birlikte, yıllar süren hak-batıl mücadelesi hakkın galibiyeti ile sonuçlandı. Kâbe’nin içerisi bütün putlardan temizledi. Mekke’nin fethi, İslam tarihinin en önemli dönüm noktası oldu. Bu fetihten sonra İslamiyet’in yayılması hız kazandı. Hz. Peygamber Mekke’de fazla kalmadan şehrin idaresini Attab bin Esid’e bırakarak putlara tapılmaya devam edilen Huneyn’e doğru hareket etti. Yaşanan Huneyn Gazvesi’nde, İslâm ordusu muzaffer oldu.

Veda Haccı ve Veda Hutbesi

Peygamberimiz hicretin onuncu yılında hacca gitmeye niyet etti. Hac vazifesini ifa edeceğini de insanlara bildirdi. Bunu duyan Müslümanlar hazırlıklarını yapıp Resulullah ile birlikte hac yapmak üzere Medine’ye geldi. Hz. Peygamber hacca başlamadan önce halka haccın farzlarını, sünnetlerini ve ihramı anlattı. Mekke’ye gitmeden önce gusül abdesti aldı ve Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke’ye vardığında Mescid-i Haram’a gitti. Haceru’l-Esved’i selamladı. Kâbe’yi tavaf etti. Namaz kıldı. Safa ile Merve arasında sa’y yaptı. Dört gün Mekke’de kaldı.
Sonra Mina’ya gitti ve Arafat’a yürüdü. Allah Resulü kendisi ile birlikte bulunan büyük kalabalığa muhteşem bir hitapta bulundu. Veda Hutbesi adı verilen bu hitapta Peygamberimiz tüm Müslümanların kardeş olduğunu, şeref ve haysiyetinin, hak ve hürriyetinin korunacağını, her türlü sapkınlıklardan korunmak için Kur’an ve sünnete uymanın gerekliliğini, dinin tamamlandığını ve ondan eksik bir şeyin kalmadığını vurguladı.

Peygamber Efendimiz, Veda Hutbesi’nde tüm insanlığa ve Müslümanlara hayattaki huzuru, saadeti, adaleti, hak ettikleri değeri, aile içi huzuru, toplumdaki düzeni sağlayacak hükümleri bildirdi. İnsan hakları noktasında İslam’ın ne kadar yüksek bir seviyede olduğunu bu hutbe ile gösterdi. Hutbede “Ey İnsanlar!” hitabıyla bütün insanlığa İslam dininin evrensel prensiplerini bildirdi. “Ashabım!” ve “Ey Müminler!” hitapları ile de sahabilere ve Müslümanlara seslenerek onları imanın gereklerini yerine getirmeye davet etti.

Peygamberimizin Vefatı

Sevgili Peygamberimize Veda Haccı’nda Nasr suresi inmişti. Bu sure indiğinde Allah Resulü vefatının yaklaştığını anlamış ve Hz. Aişe’ye “Ecelimin geldiğini görüyorum.”[20] demişti. Onun için bu sureye, “vedalaşma suresi” de denir. Veda Haccı’ndan dönerken sahabeye verdiği bir hutbesinde “Ey insanlar, haberiniz olsun ki ben de ancak bir insanım. Çok sürmez, Yüce Rabbimin elçisi bana gelecek, ben de onun davetine icabet edeceğim.” buyurmuştu. Peygamberimiz bir gün kızı Hz. Fatıma’ya (r.a.), “Cebrail her yıl Kuran’ı benimle beraber bir kere mukâbele ederdi. Bu yıl ise iki kere mukâbele etti. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaşmıştır.”[21] buyurdu.

Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber, vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti.
Resûl-i ekrem efendimiz Hicretin on birinci yılında (8 Haziran 632) Rebiülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü yıkandı ve kefenlendi.  Peygamberimiz tam altmış üç yaşındaydı. Onun vefatını duyan müminler ağlıyordu.

KAYNAKÇA

[1] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 1.
[2] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 67.
[3] Enbiya Sûresi, 107. ayet.
[4] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 1.
[5] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 101
[6] İbn KESÎR, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hayatı, s. 124-125.
[7] İrfan YÜCEL, Peygamberimizin Hayatı, s. 25.
[8] İbn KESÎR, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hayatı, s. 127-129
[9] İbn KESÎR, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hayatı, s. 130.
[10] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 106.
[11] Prof. Dr. Muhammed HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, C 1, s. 47.
[12] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 114
[13] bk. İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 83; Prof. Dr. Muhammed HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, C 1, s. 52
[14] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 83
[15] Bakara Sûresi, 151. ayet
[16] İbn-i Hişam, Hz. Muhammed’in Hayatı, C 1, s. 150.
[17] Alâk Sûresi, 1-5. ayetler.
[18] İsra Sûresi, 1. ayet
[19] Müslim, İman, 279.
[20] İbn Mace, Cenaiz, 64.
[21] Buhari, Fedailü’l-Kur’an, 7.


Yorum bırakın